Eşitlik değil, eşitsizlik kültüreldir; kültür eşitsizlik üretiyor. Eşitlik değil, eşitsizlik tarihseldir; tarih eşitsizliği besliyor. İnsanlığın tarihsel ve kültürel mirası, birkaç istisna dışında, eşitsizliğin tarih ve kültürüdür. Şiddet ve özellikle de kadına yönelik şiddet bu kültür ve tarih mayasında meşruiyet kazanıyor. Dolayısıyla eşitsizlik ve bunu sonucu olan şiddet, kültüreldir ve tarihe içkindir. Eşitlik fikri kültürel değildir ve dolayısıyla tarih tarafından beslenip kollanmıyor. Bu bakımdan eşitlik; kültür ve tarih üstüdür. Belki de tarih dışıdır demek daha doğru bir ifade olur. Özellikle yazılı tarihin bütün vesikaları, eşitsizlik ve şiddete meşruiyet kazandırdığı için, o tozlu raflarda eşitlik kendisine itibar kazandıracak bir konum bulmakta hep zorlanmıştır.
Şiddet uygulamak kolay ve kim ne derse desin maliyetsiz ama eşitlik zor ve pahalı. Bir olgunun kültürel ve tarihsel maliyeti yoksa ki şiddet ve eşitsizliğin maliyeti yoktur, o zaman da bu iki olgunun karşılığı yoktur. Eşitsizliği kültürün dışına itmeden, şiddeti tarihsel olarak mahkûm edip toplumsal ilişkilerimizden soyutlamadan, eşitsizliğe ve dolayısıyla şiddete bir fatura kesemeyiz. Meşruiyeti olan şey cezalandırılamaz. Ancak gayrimeşru bir olgu, cezalandırılmaya imkân sağlayabilir.
Bütün meşruiyetlerin temelinde üç olgu yatar; inançlar, değer yargıları ve gelenekler. Zaten meşruiyet zemininin de oluşturan bunlardır ve bu üç olgu o meşruiyeti kültür haline getirir.
Kadına uygulanan şiddetin kökeninde, kadının erkek ile eşit olmadığı inancı yatar. Kadına uygulanan yaygın şiddet bu inancı kültür haline getirir. Şiddet sistematik bir karakter kazanınca da tarihselleşir. Bu bir dehşet tablosudur ve ilk fitili de inanç ateşliyor. Bütün inançların da keyfi dayanaklar üzerinden şekillendiği gerçeği de tabloyu bir kabusa dönüştürür. Hepimiz bizden önce oluşmuş verili konuşlara doğduğumuz için edindiğimiz inançlar öylesinedir; bizden öncekilerin referansı bizim de referansımız haline gelir. Bu ilişki kesinlikle keyfidir.
Bu yılın son günün de Vatikan’da Papa Francis, bu keyfiliğe neşter vuracak bir konuşma yaptı. Kadına uygulanan şiddet ile kültür arasına Tanrı’yı koydu.
Papa Francis Vatikan’da yaptığı yeni yıl konuşmasında, kadınlara yönelik şiddetin Tanrı’ya yapılmış bir hakaret olduğunu söyledi.
“Anneler hayatı bağışlıyor ve dünyayı koruyor. Onları korumak için daha çok çaba sarf edelim. Kadınlar daha ne kadar şiddet görecek. Artık yeter! Bir kadına şiddet uygulamak Tanrı’ya hakarettir” dedi.
Eğer bir kadına uygulanan şiddet Tanrı’ya hakaret ise o zaman Tanrı, cinsiyet ayrımına cevaz vermiyor demektir. Köklü bir ayrımcılık kültürü olmadan da hiç kimse hiç kimseye şiddet uygulayamaz. Ayrımcılığın olmadığı bir dünya eşitlerin dünyasıdır. Ve eğer Tanrı, “Şiddet bana bir hakarettir” diyorsa, işaret ettiği şey eşitsizlik durumudur. O zaman cümleyi şöyle de yorumlamak mümkün, eşitsizlik Tanrı’ya yapılan bir hakarettir.
Kadınlara uygulanan şiddette karşı, olduğumu söylememe sanırım hiç gerek yok. Bu yazının amacı da bir kadın hakları savunusu değil; kadınlardan başka hiç kimsenin kadın haklarını savunabileceğine inanmıyorum. Kadın kendi haklarının tek ve alternatifsiz savunucusudur. Beni ilgilendiren şey eşitlik fikridir ve eşitlik fikrinin kabul görmesi durumunda, kadına uygulanan şiddetin son bulacağına inananlardanım. Eşitlik fikri olmadan, bu fikir özellikle de kadınlar tarafından içselleştirilmeden, kadına dönük şiddeti, tarihin çöplüğüne atmak mümkün değil. Çünkü meşruiyetleri, hiç durmadan besleyip büyüten inançların, değer yargılarının ve geleneklerin taşıyıcısı aktörlerinden biri kadındır.
İnançlar, değer yargılar ve gelenekler, kadınların katkısı ve katılımı olmadan salt erkeklerin çabasıyla kültüre dönüşemezler. Tarihselleşemezler.
Kurdistan24